Estetik Nedir?
ESTETİK sözcüğünü ilk kez Alman düşünürü Alexander Gottlieb BAUMGARTEN, 1735 yılında, Meditationes philosophicae de nonnullis ad poema pertinentibus adlı doktora tezinde kullanır. Yine Baumgarten’ın ilk cildi 1750’de, İkincisi 1758’de yayımlanan ve yanm kalan Aesthetica eseriyle, bu sözcük artık kesinlikle yerleşmiş bulunmaktadır. Baumgarten, andığımız doktora tezinde, ilk kez Estetik’ten özel bir bilim dalı olarak söz etmektedir.
Baumgarten’e göre iki tür bilgi vardır: duyusal bilgi, akılsal bilgi. Duyusal bilgiyi bulanık tasavvurlarla; akılsal bilgiyi açık ve seçik tasavvurlarla elde ederiz. Bu iki tür tasavvur arasında, açık olduğu halde seçik olmayan, yani karışık olan tasavvurlar vardır. Başka bir deyişle, açık ama kanşık olarak duymak olanaklıdır. İşte, açık ama karışık olarak duyulan bu bölge, Estetik’in alanıdır, sanatın gerçekleştiği yöredir.
Duyu bilgisi, tam olmayan bir bilgidir. Asıl bilgi akılla elde edilendir. Duyu bilgisi de iki basamakta gerçekleşir: Ya bulanıktır ya açık. Bir şeyi, yeniden
gördüğüm zaman tanıyabilecek kadar kavramamışsam, bu şey hakkında sahip olduğum tasavvur bulanıktır; bir şeyi, yeniden gördüğüm zaman net bir biçimde tanıyabilecek kadar algılamışsam, bu şey hakkında sahip olduğum tasavvur açıktır. Ne var ki, bilginin açık olması, onun aynı zamanda seçik olması anlamına gelmez. Seçiklik ancak, duyusal izlenimlerimizde birtakım ayrımları görüp belirlemek ve tanımlamakla elde edilir.
Baumgarten, Leibniz’in izinden giderek, üçüncü bir bilgi türü ortaya koymuştur. Bulanık duyumla seçik kavrayış arasına açık olan duyusal bilgiyi yerleştirmiştir. Bu açık duyusal bilgi ise sanattır.
Bulanık duyumdan açık ve seçik kavrayışa geçişi sağlayan bir ara evre olan sanatsal etkinlik, aslında duyusal etkinliğin içinde kalmakta, ama bu etkinliğin en üstün derecesini oluşturmaktadır.
Estetik’e, yukarıda belirttiğimiz sınırlarla da olsa özerklik tanıyan Baumgarten’a göre Estetik’in görevi, bütün sanatlar için geçerli olan yasalan araştırmaktır.
Oysa I. Kant, ilk kez 1781 yılında yayımladığı Katıksız Akim Eleştirisi adlı eserinin hemen ilk sayfalannda, Baumgarten’ın bu görüşünü eleştirir. Çünkü Baumgarten’ın yaptığı gibi güzellik yargısını akılsal ilkelere indirgemek ve bu yargının kurallarını bilim düzeyine yükseltmek olanaksızdır.
Fakat Kant’ın bu eleştirisine karşın, Estetik sözcüğü bugünkü anlamını Baumgarten’a borçludur. Nitekim Hegel de, Estetik Dersleri’ne başlarken
şöyle bir uyarıda bulunuyor; “Estetik sözcüğü, aslında duyu bilimi; duyma bilimi anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, bu derslerin asıl konusunu yansıtmaktan uzaktır. Estetik adından hoşnut olmasak da, bu adı kullanmakta bir sakınca yoktur. Yeter ki Estetik dediğimiz zaman, güzel sanatın felsefesi anlaşılsın.”
Görüldüğü gibi, değişik açılardan da olsa, gerek Kant gerekse Hegel, Yunanca aisthesis sözünden türetilen Estetik sözcüğünün, anlatılmak istenen şeyi yeterince yansıtmadığına dikkati çekiyorlar. Ama Kant’m, Estetik’i, “duyarlığın a priori ilkelerini araştıran bilim” olarak tanımlamasına karşılık, Hegel, Estetik’e, yaklaşık olarak bugün verdiğimiz anlamı veriyor.
Metafizik Estetik
Buna dogmatik estetik de diyebiliriz, çünkü insanın somut yaşantısının ötesinde ve üstünde, güzeli ve sanat’ı niteleyen değişmez öğeyi bulduğu kanısındadır. Bu öğe, her zaman, her yerde gerçekleşen bir şey olduğundan, yer ve zamanda bulunan veya bulunması mümkün olan her türlü sanat eserinden önce gelen, onları a priori belirleyen bir özellik taşır.
Bu eğilimdeki bir estetik, her zaman için geçerli, tartışmasız bir ilkeye vardığını ileri sürdüğü için, sanatçıların sanat anlayışlarının ve eleştirmenlerin yargılarının özgür bir biçimde gerçekleşmesine olanak vermez. Kısaca, metafizik estetikçi; sisteminin geçerliliğini, yaşamın ve sanatın somut gerçekliğiyle ölçmek yerine, yaşamın diri gerçekliğinin, felsefenin a priori formüllerine, isteklerine uymasını ister.
Sorunsalcı Estetik
Bu görüşe göre hiçbir alanda kesin çözüm yoktur. Bir sorun’un çözümü o sorunu ortadan kaldırmaz. Aynı sorun, yeni yeni biçimlerle sürekli olarak
karşımıza çıkacak, sürekli bir gözden geçirmeyi gerektirecektir. Bu bakımdan, her zaman için geçerli kesin sonuçlar elde edemeyeceğimizden, estetiğin, sorun’un her yeni görünümüne açık olması gerekmektedir.
Metafizik estetik, eserin yaratılmasında sanatçıyı, değerlendirilmesinde ise eleştirmeni, izlenilmesi zorunlu formüllere bağlarken; sorunsalcı estetik, sanatçıyı kendi sanat anlayışını uygulamakta, eleştirmeni ise kendi beğenisinin göreliğine göre yorumlayıp yargılamakta özgür bırakır. Bu akıma göre, sanat olgusu üzerinde yetkili kişiler filozoflar değil, sanatta kendine özgü dünyasında yaşayan sanatçılar ve eleştirmenlerdir. İçinde çok değişik eğilimleri toplayan sorunsalcı akımın temsilcisi Ugo Spirito’ya göre, felsefi estetiklerin bütün kesinlikleri son bulmuştur artık. Sanatın sezgi mi, duyum mu, yaratı mı, taklit mi, teknik mi, ne olduğunu söylemek olanaksızdır.
Sanatın ne olduğu bilinmiyor, çünkü gerçekliğin ne olduğunu ve bu gerçeklik içinde sanatın niçin yer aldığını bilmiyoruz. Wittgenstein’a göre de felsefi estetik anlamsız bir şeydir. Yalnız deneysel estetikler, tek tek sanat anlayışları mümkündür. Bu alanda felsefe yapmanın hiç bir yaran yoktur. Üzerinde konuşulması mümkün olmayan bir şey konusunda susmak gerekir. Armando Plebe de aynı düşüncededir. Sanat yalnızca deneysel ölçütlerle saptanır. Sanat; insan etkinliğinin, geleneksel olarak sanat adı verilen biçimlere yönelen özel bir doğrultusudur. Sanat ancak böyle tanımlanır. Bu ise bir tanım değildir.
Fenomenolojik Estetik
Fenomenolojik görüş de, sanatın özünün tanımlanmasını, onun her zaman için geçerli bir formüle indirgenmesini olanaksız sayar. Sanatın yaşamı çok yönlüdür; kendini yer ve zamanda ne biçimde göstereceği önceden saptanamaz. Bu nedenle, sanatın göründüğü sonsuz biçimleri olduğu gibi kabul etmekten başka çare yoktur. Sonra, insan ruhunun bütünlüğünü, ayn ayn yetilere veya kategorilere ayırmak ve her bir yetiye veya kategoriye insan deneyiminin bir kesimini tanımak, bu bütünlüğü parçalamak olur. İnsan ruhu, yaptığı her şeyde bütün olarak vardır. İster felsefe, ister bilim, ister sanat yapsın, hem akıl, hem hayal gücü olarak çalışır. Bu etkinlikler arasında nitelik değil, nicelik farkı vardır. Felsefe ve sanat, biri ötekisini dışta bırakan alanlar değildir; insan ruhunun, değişik işlevlerine göre aldığı farklı doğrultulardır. Dolayısıyla, her sanatsal yaratı, aynı zamanda düşüncedir de. Yani aynı zamanda hem özerk, hem bağımlıdır.
İnsan ruhunu kendi içinde parçalayamayacağımız gibi, onu, yaşamın bütünlüğünden ayırmak da olanaksızdır. Kavramlar ve mantık kategorileri, insan yaşantısını dıştan, metafizik bir dünyadan belirleyen kalıplar değildirler; deneyimden doğarlar, onun yazgısını taşırlar. Evet, kategoriler ve tanımlar mümkündür, ama bu kategori ve tanımlar hiç bir zaman tümellik ve ölmezlik savı taşımayacaklardır; yalnızca geçici düzenlemeler olacaklardır. Bu görüşe uygun düşen estetiğin görevi ise, hem sanatçıların birbirinden değişik sanat anlayışlarım, hem de eleştirmenlerin birbirinden değişik yöntemlerini geçerli saymaktır. Ama bunu yaparken, sanatın belirli bir dönemde kazandığı yeni görünümün değişik yanlarına bir düzen ve anlam vermek gerekir. Çünkü gerçeklik bize, her türlü düzenlemeyi reddeden bir atomlar topluluğu halinde değil, onu organik kılan bir ilişkiler bütünü halinde görünür. Görüldüğü gibi, sorunsalcı estetiğin boş verici tutumuna karşılık, fenomenolojik estetik, gerçekliğin geçici ve düzeltilebilir bir kesinlikle düzenlenebileceğini savunuyor. Fenomenoloji kavramının bugünkü anlamını, Alman düşünürü Edmund Husserl’e (1859-1938) borçluyuz. Bu açıdan, düşünürün, ölümünden sonra, 1954 yılında yayımlanan “Avrupa’da bilimlerin bunalımı ve transandantal fenomenoloji” adlı yazısı
özel bir önem taşımaktadır. Husserl bu yazısında, 19. yüzyılın sonlarından
itibaren, geleneksel metafizik felsefenin önemini yitirmesi sonucunda, Avrupa kültürünün karşılaştığı bunalıma dikkati çekmekte; düşünceadamının, artık pratik olayların karışık denizinde kendini kaybettiğini, kuşkuculuğun ve akıl gücüne güvensizliğin kurbanı haline geldiğini söylemektedir. Oysa yaşam, ne olayların düzensiz bir biçimde birbirini izleyişi, ne de karanlıkta bir sendelemedir. Şeylerde bir doğrultu, bir ereklilik, bir düzen vardır. Evet, bu doğrultu, bu ereklilik, bu düzen ne kesin, ne de mutlaktır; tarihsel evrim gerektirdiğinde, yerini yeni bir doğrultuya, yeni bir ereğe, yeni bir düzene bırakacaktır, ama bu durum, düşünceye, uygun bir araştırma alanı sağlaması bakımından yeterlidir de. Felsefe ancak, metafizik istemlerini terk ettiği ve çözümlemelerini tarihsel durumlarla sınırladığı zaman yaşamasını sürdürebilecektir. Kategoriler ve tanımlar yine mümkün olacak, ama hiçbir zaman evrensellik ve ölmezlik savında bulunmayacaklardır.
Her şeyi oluşturan değişmez öğenin ne olduğunu sormak yararsız bir şeydir. Dolayısıyla “Sanat nedir?” diye sormak da yersizdir. Bu soruların karşılığını yaşamın kendisi, yaşadığımız deneyimlerin kendisi verecektir. Deneyimlerimiz açıkça şunu gösteriyor ki, insanlann yaşamında sanat da vardır. Yine deneyimlerimiz, aynı açıklıkla, sanatın, örneğin; siyasetten veya tarımdan değişik bir şey olduğunu da gösteriyor. Bu cevaplar, gerçekliğin ne olduğuna, niçin olduğuna bir karşılık değil, onun görüşünün tasviridir, yani fenomenolojisidir. Fakat bu tasvir, olaylara düzen ve anlam veren bir tasvirdir. Fenomenolojik estetiğin çağımızda önemli temsilcilerinden biri de Antonio Banfi’dir.
O da Husserl gibi, kapalı sisteme dayanan felsefelerin bunalıma girdiği kanısındadır. Özellikle yüzyılımızın birbirini hızla izleyen olguları, edebiyat ve figüratif sanat alanındaki bunca tedirginlik ve yüzyıllardır kurulmuş bir düzeni altüst eden bilimsel kuramlar karşısında, metafizik çözüm yollarının yetersizliğini göstermiş, yaşamı ve tarihi açıklayamaz hale gelmiştir. Eğer bu durumda, kuşkuculuktan, akıldışı tutumlardan kurtulmak istiyorsak, aklımızın dogmatikten sıyrılması, kendini somut yaşantının içinde doğrulaması ve eleştirel bir tavır takınması gerekmektedir. Banfi’nin önerdiği eleştirel akılcılığın sonucu olarak da felsefe, yaşamın çok yönlü, çok karmaşık kesimleri üstünde bir bilgi kurmaktan vazgeçerek, kendini basit bir yönteme indirgemek zorundadır. Banfi, çağdaş kültürün ve uygarlığın içinde bulunduğu bunalımı, sanatlar için olumlu bir etken saymaktadır. Bu bunalım, sanatların kapalı kalıplarım kırmış, onlan yaşama açmıştır. Hegel yanlılarının sandığı gibi sanat ölmemiş, sanatın kısıtlayıcı biçimi ölmüştür. Sanat, gerçek yaşantısına asıl şimdi başlamaktadır. Son yılların özelliğini oluşturan çeşit çeşit akım ve sanat anlayışları, bir gerileme değil,
tersine, bağımsızlığını yeni bulan bir eneıjinin kendini gerçekleştirmesidir. Bu nedenle sanatı tanımlamak boştur, çünkü sanat, özelliği uyannca tanımı reddeder, çünkü hiç bir zaman uzun süre belirli bir formüle bağlı kalamaz. Sanat yalnız yapılır. O, ancak yapıldıktan sonra bir şeydir. “Sanat nedir?” sorusu, Galilei öncesi bir sorudur. Bu soruya cevap vermeyi düşlemek, sanatçılar ve eleştirmenler karşısında kural-koyucu bir tavır takınmak olur ki, bu da sanatın yaşantısına saygısızlık demektir.
Günümüz estetikçilerinden Dino Formaggio da, Arte (Sanat) adlı eserini, 1973 yılmda, şu sözlerle açmaktadır: “İnsanların sanat adını verdikleri her
şey sanattır” (Formaggio, s. 9). Anlaşılacağı gibi, bu da bir tanım değildir.
Bedrettin CÖMERT | Estetik Nedir?
Yorum Yaz