Bu kitabın amacı sanatın binlerce yıl öncesinden günümüze değin uzanan heyecan verici serüvenini, bir ölçüde de olsa tanıtmaktır. Bu derlemede sanat tarihinin belli başlı dönemlerini, çeşitli ülke ekollerini ve geleneksel sanatlarımızın bazı dallarını bir araya getirmeye çalışıldı. Ancak her şeyden önce sanattan, bu büyülü evrenden biraz söz etmek gerekir. Sanat nedir, nasıl doğmuştur? Bir günlük kullanım eşyası hangi nedenlerle belli bir estetik beğeniyle yaratılıyor, bir sanat yapıtına dönüşüyor? Bunlar hep sorulan, sürekli yanıt aranan sorulardır. Bu konuda çok çeşitli açıklama yapılabilir. Ama hepsi de sanatın yalnızca belirli yönlerini tanımlar. Günümüzde araştırıcılar, sanatın kökenini binlerce yıl öncesi insanının ürünlerinde arıyorlar. Ancak o çağ insanının yaratma arzusunu ve sürecini tanımlamak pek kolay değildir. Mağarasına çizdiği resimlerde neyi amaçlıyordu tarih öncesi insanı? Bunlar bir av büyüsü müydü? Zamanlarının çoğunu mağaralarda geçiren bu insanların bir oyalanma eylemi miydi? Yoksa gerçekçi, bilinçli bir yaratma mı? ılkçağlardan günümüze küçük küçük heykelcikler gelmiştir. Bunların da simgesel bir anlamı, saptanmış, belirli bir formu mu vardı? Tüm bu sorulara kesin yanıtlar vermek, o kadar da kolay değildir. Dünya sanat tarihi çok uzun bir süreyi kapsamaktadır. ınsanoğlunun ilk ürünleri için binlerce, onbinlerce yıl önceye dönmek gerekmektedir. Araştırıcılar dünya sanatını insanlık tarihiyle birlikte başlatıyorlar. Tüm bunların yanında sanatın kendine özgü nitelikleri var. Konuya değişik bir açıdan bakarsak ilginç bir durumla karışlaşırız. Bugün hayranlıkla izlediğimiz, görmek için müze kapılarında kuyruk oluşturduğumuz yapıtların çoğu, aslında yaşam koıullarını benimsediğimiz Batı uygarlığının ürünleridir. Ancak dünya üstünde bir tek uygarlıktan söz edemeyiz. Kongolu bir zencinin, bir kızılderilinin, bir eskimonun yapıtı da yetkin bir ürün olarak benimsendiği anda sanatın en temel niteliği de ortaya konmuş olur: Evrensellik. Sanatın her türlü yerel nitelemeyi, sınıflandırmayı aşan bir yapısı vardır. “Güzellik” uzun süre sanatın en önemli niteliği olarak görülmaştür. Bu durum sanatın tanımına da yansımış, “Belli bir güzellik anlayışıyla yapıt üretmek, bir güzellik ifadesi” türünden tanımlamalar geliştirilmiştir. Oysa çağımızda daha açık bir biçimde anlaşıldığı gibi “güzellik” bir zorunluluk değildir. Giderek daha bütüncül bir bakış açısıyla olaya yaklaşırsak her dönemin, her bölgenin kendine özgü bir güzellik anlayışı olduğu ortaya çıkıyor. Thomas Munro’nun “Doyurucu bir estetik yaşantı oluşturmak için gerekli dürtüleri yaratma becerisi” biçimindeki tanımı, çok daha rahatlıkla benimsenebilir. Günümüzde bu yaşantı doğal olarak korkutma, irkiltme, hatta tiksindirme boyutlarına da sahip olabiliyor. Çağımız sanatçıları yaşadığımız büyük olayları, dramları tüyler ürpertici bir biçimde ele alabiliyorlar. Sanat yapıtlarının toplanması, biriktirilmesi giderek sergilenmesi eski çağlara kadar uzanıyor. Bu olay günümüzde çok daha yaygın ve örgütlü bir hale gelmiştir. Tarih bi-lincinin gelişmesi, insanoğlunun geçmişini öğrenme konusundaki doyumsuz arzusu, bu konuda en önemli etkenler arasındadır. Çünkü yüzyıllarca önce yapılmış yapıtların çoğu geçmişe ilişkin bir takım gizleri önümüze sermekte, bizi o döneme götürmektedir. Bu da sanat yapıtının bir başka yönünü, sahip olduğu belgesel değerini açıklıyor. Geçmişi öğrenme konusunda yazılı kaynakların yanında sanat yapıtları da önemli bir rol oynar. Ancak sanatın yaşantımızdaki yerini salt bununla açıklamak çok yanıltıcı olur. Her şeyden önce, sanat bir yetkinliğe ulaşma çabasıdır. Bu noktada da her uygarlığın, her dönemin kendine özgü bir dili olduğunu söylemek gerekir. Bu söylediklerimizin sanatın evrenselliği ile bir çelişki oluşturduğu, evrensel bir dilin varlığını yadsıdığımız sanılmasın. Her uygarlığın, her dönemin dili ile anlatmak istediğimiz çeşitli üslupların, yaklaşım biçimlerinin varlığıdır. Bir Yunan heykeli, bir Osmanlı keramiği, bir Uzak Doğu resmi farklı farklı anlayışların ürünleridir. Ama bu yapıtların her birinde ayrı bir güzellik, ayrı bir çekicilik buluruz. ışte bu nedenle “Sanatın en temel niteliği evrenselliktir” diyebiliyoruz. Bu temel niteliklerinin yanında sanatın etkilere açık bir yapısı vardır. Tarih boyunca en önemli etki de dinden gelmiştir. Bu duruma Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar hemen her bölgede rastlarız. Örneğin Hint sanatı, Buda’nın çeşitli görünümlerini ve serüvenlerini içeren engin bir deniz gibidir. Aynı durum Batı uygarlığı için de söz konusudur. Tüm Ortaçağ boyunca Batı’da dinsel öğretilerin ağır bastığı, kalıplara bağlı, şematik yapıtlarla karışlaşırız. Ortaçağ dinsel anlamı olan, okuma yazma bilmeyenlere Hıristiyanlığın özünü ve felsefesini anlatan yapıtlarla doludur. Bu dönemde sanatın eğitsel işlevine tanık oluyoruz. Ortaçağda tüm kiliseler konusunu Kutsal Kitap’tan alan resimlerle kaplanır, bu yolla ibadete gelenlere çeşitli mesajlar verilirdi. Giderek yapıların dış yüzeyleri bile dinsel konulu resim ve heykellerle kaplanmış, kentin merkezi durumundaki büyük katedraller ortaya çıkmıştır. İslamiyette ise ilginç bir durumla karışlaşırız. Müslümanlık tasvir yasağını benimsemiştir. Kitap resminin dışında, özellikle insan figürüne pek az rastlanır. Bu nedenle sanatçı da soyut bir takım formlara ve anlatım yollarına yönelmiştir. Bu durum süsleme alanında büyük bir atılıma neden olmuş, bu alanda akıllara durgunluk verecek derecede başarılı ürünler elde edilmiştir. İslam dünyasında süsleme sanatının çok başarılı örneklerini buluruz. Büyük boyutlu yapıların duvarlarını renklendiren, zengin bir görünüm kazandıran bu tür süslere İslamiyetin egemen olduğu hemen her bölgede rastlıyoruz. Öte yandan İslam dünyasının kendine özgü bir kitap sanatı vardır. Küçük küçük figürlerin yer aldığı, alabildiğine renkli ve ilginç olan bu alanda öteki dallara oranla daha özgür çalüşan sanatçı, Hz. Muhammed’i bile resimlemiştir. İslam kitap resmi son derece ilginç ve orijinal bir duyarlığın ürünüdür. Gerçi kendi içinde de bir takım üslup farklılıkları vardır, ancak genelde tekniği, resimleme anlayışı ve düzenleme mantığı açısından tutarlı bir birlik oluşturur. Batı’da Ortaçağ boyunca süren şematik, kalıpçı anlayıştan az önce söz ettik. Ortaçağ’ın bitimi ile Batı’da en büyük sanat anlayışlarından birinin gelişimine tanık oluruz: Natüralizm. Bu anlayışta her şey doğada olduğu gibi, insan gözünün gördüğü gibi betimlenir. Doğal olmak, doğaya benzemek temel ilkedir. Araştırıcılar natüralist üslubu ünlü ıtalyan ressam Giotto’nun yapıtlarıyla başlatırlar. Sanatçının yapıtları mekan, derinlik ve renk açısından Ortaçağ’a oranla çok gelişmiştir. Ama natüralist üslubun asıl gelişimi Rönesans’ta olmuştu. 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da natüralist üslubun en olgun örnekleri verilir. Büyük usta Michelangelo’nun Musa Heykeli, bu örneklerin en ünlülerinden biridir. Natüralist anlayış o düzeye ulaşmıştır ki, anlatılanlara göre Michelangelo yapıtı bitirince karışsına geçmiş ve Musa Peygamber’den konuşmasını istemiştir. Bu öykü bize natüralist sanatçının gerçeğe uygunluk peşinde ne denli koıtuğunu gösteriyor. Natüralizm yüzyıllar boyunca Batılı sanatçıların sıkı sıkıya sarıldıkları bir anlayış olmuştur. Ancak çağımızın hemen başında iki sanatçı, Picasso ve Braque natüralist anlayışa öldürücü darbeyi indirirler. Onların yapıtlarında artık tek bir bakış açısı bulamazsınız. Farklı bakış açıları resim yüzeyi üzerinde bir araya getirilir, nesnenin parçalanmış görüntüsü yeniden kurgulanır. “Kübizm” adı verilen bu akımın doğuşuyla 600 yıllık Natüralizm yıkılmaya başlar. Çağımız sanatı hemen her alanda büyük bir anlatım zenginliğine sahiptir. Farklı çevrelerden, hatta kültürlerden etkilenme olayı çağımızda tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Etkilenme, sanatın “evrenselliğini” destekleyen bir durumdur. Bir Aztek kafatası ile yüzyılımızın büyük heykelcisi Henry Moore’un bir yapıtını, toprak malzemeden yapılmış bir Kolombiya heykelciği ile Picasso’nun bir çalışmasını, Orta Afrika’dan ağaç, bakır ve pirinçten yapılmış bir cenaze tören figürü ile ısviçreli ressam Klee’nin bir resmini bir arada daşünebilirsiniz. Karışlaşılacak benzerlikler, çağdaş sanatçının esin kaynakları konusunda bir fikir verirken sanatın nasıl kıtalararası bir etkilenme, giderek bir bütünleşme yolu olduğunu da gösterecektir. Bu tür çarpıcı benzerlikler çağımız sanatının en ilgi çekici yönlerinden biridir. Bu durum aynı zamanda sanatın, giderek kültürün yapısını kavramaya olanak sağlıyor. Sanat etkilere açık, sınırsız bir yaratma eyleminin sonucudur, bağımsız bir yapısı vardır. Çağımızdan önce sanat yapıtları belli bir kesime sesleniyordu. Bu durum günümüzde de bir ölçüde geçerliğini koruyor. Ama bunun yanında yaşadığımız kentler bile artık sanatsal anlayışla düzenleniyor, teknolojinin getirdiği yenilikler deneniyor. Evler, müze binaları, televizyon istasyonları giderek çevresel düzenlemeler sanatın yaşantımıza etkisini gösteren örneklerdir. Tarih ve çevre bilincinin gelişmesi, günümüz insanını kültürel miras konusunda çok titiz olmaya yöneltmiştir. Ülkemizde de yapılmaya başlandığı gibi, bir sokağın, kimi zaman tüm yerleşimin sanatsal bir kaygıyla korunması, yeniden düzenlenmesi çok sık karışlaşılan bir durumdur. Bunu da rahatlıkla sanatın, sanat eğitiminin bir katkısı sayabiliriz. Sanatla ilgilenen, belli bir estetik duyarlık edinen kimsenin çevresindeki tarihsel dokuya da yabancı kalamayacağı, giderek ona sahip çıkacağı daşüncesini bir kez daha yinelemek istiyoruz. Zaten sanat eğitiminin temel amaçlarından biri de bu olmalıdır. Çeşitli uygarlıkları ve sanatlarını tanıtan bu derlemenin (buna bağlı olarak audio-visuel programların) böylesi bir bilinci uyandırması en büyük dileğimizdir.
Yorum Yaz