Saray kelimesi Farsça kökenlidir ve İngilizcesi palace ya da court’dur. İtalyanca’da Avrupa coğrafyasında bulunan sarayları ifade etmek palazzo kelimesi kullanılırken, doğu saraylarını ifade etmek içinse serrare yani “içe kapalı” anlamı taşıyan fiil kökenli serraglio kullanılmaktadır. Yine İtalyanca’da “haram” anlamı taşıyan “içe kapalılığı” ifade etmek için kullanılan serrare fiilinin Farsça kökenli sarayın, serraglio olarak kullanılmasından ötürü bu dile girdiği bilinmektedir.
Saray kavramının terminolojik kökenleri incelendiğinde, Türkçe’de ilk olarak, Yusuf Has Hacib’in 1067 tarihli eseri Kutadgu Bilig’de geçen ve “Han, Beylerbeği ve Beyler’in yaşadığı, pek çok çadır ve otağdan oluşan Hükümdar Makamı” anlamına geldiği görülmektedir (Kutadgu Bilig, 1979). Saray kelimesinin karşılığının, islam öncesi dönemde Türkler tarafından, Orta Asya’da kullanılan öz Türkçe’de ordu, ordo, ürda veya orda olarak kullanıldığı görülmektedir (Clauson, 1978). Ordu kelimesinin anlamı Clauson (1978) tarafından “kraliyet ikametgahı (konutu/meskeni)” olarak açıklanmaktadır. Ayrıca, “saray” ya da “şartlar gerektirdiğinde kraliyet kampı” tanımını da kullanmış, öz Türkçe’de bazı inançla ilgili (dinsel) metinlerde ise ordu kelimesinin “cennetsel konut (mesken)” olarak anlamlandırıldığını belirtmiştir (Clauson, 1978). Divan-ı Lugat it Türk’de (1943) ise ordu kelimesi “hakanın oturduğu şehir” olarak açıklanmaktadır. Clauson’un (2002) “Studies in Turkic And Mongolic Linguistics” isimli başka bir çalışmasında, aynı dönemde eş anlamlı olarak kullanılan diğer kelimelerin taht, örgin veya örgün ve karşı olduğu görülmektedir (Pınarbaşı, 2004; Akdeniz, 1995; Clauson, 1978; The Encyclopedia of Islam, 1975). Türkçeye 11.yy.da giren saray kelimesinin, bu yüzyıl öncesinde yoğunlukla “karşı” olarak kullanılmasında tanımlanmak istenenin “göçmen(lerin) yöneticisinin ana/ esas karargahı/ kampı” olduğu bilinmektedir (The Encyclopedia of Islam, 1975). Orkun, Şine Usu yazıtında geçen örgin ya da örgün olan kelimenin anlamının saray olduğu, yapılan tercümelerde saray ya da konak olarak çevrildiği görülmektedir. Ancak Irk Bitig yazmasında aynı sözcük taht olarak ele alınmıştır (Pınarbaşı, 2004). Eski yazıtların tercümeleri yapılırken, saray kelimesinin anlamını veren kelimelerin zaman zaman taht kelimesini karşılamak üzere de kullanıldığı görülmektedir. Yine bu dönem yazıtlarında aynı anlamlı kullanılan bir başka kelime ise orun’dur. Divan-ı Lugat it Türk’de (1943), bu kelimenin yer, mekan, mevki olarak çevrildiği ve urun olarak da kullanıldığı görülmektedir. Clauson’a göre ise, bu kelime aslında yer, yüksek yer, yani taht anlamındadır. Bu kullanımı Caferoğlu’da desteklemektedir (Caferoğlu, 1968). Bu bağlamda, kimi araştırmacılar bu kelimenin, tahtın bulunduğu yer olan saray mekanını karşılamak üzere de kullanıldığını öne sürmektedir (Pınarbaşı, 2004; Clauson, 1978; Caferoğlu, 1968).
Saray kelimesi 13.yy. ve 14yy.da Sarais olarak kullanılmaktadır. Moğolların Altın Kalabalık (Golden Horde) kentlerinin- ki bunlar göçmenlerin kentleridir- göçmenlikten kalıcı hayata doğru geçiş yapılan anda isimlendirilmelerinde hep yönetici kampını ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir (örnek: Volga kenarında bulunan Old-Sarai kenti). 1254 yılında Mongolistan’a giden Rubrucklu Franciscan William sarai’yi, İngilizcesi camp, Arapçası mukhayyam olan “kamp” olarak ve dahası “adeta bir kent büyüklüğünde olan konaklama alanı” olarak anlatmaktadır. İbn-i Batuta’nın yazılarında bu kavramı, al-sara olarak kullandığı görülmektedir. Eski Farsça’da srada, kökeni ora olarak kullanıldığı ve “koruma” anlamı taşıdığı, “Farsi konutlarını veya yerleşmelerini” tanımlamak için kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca, bu kelime bazı durumlarda, kervansaray gibi bir çeşit içinde kalıcı ya da geçici ikamet edilen bina türünü belirtmek için de kullanılmaktadır (The Encyclopedia of Islam, 1975).
Osmanlıca’da ise saray kelimesinin karşılığı olarak kasır ve kâşâne kelimelerinin de kullanıldığı görülmektedir (Develioğlu, 2001; Risale-i Mimariye, 1998). Arapça kökenli olan kasır kelimesinin karşılığı Osmanlıca sözlüklerde “binayı azim; hükümdarların kullanımına ayrılmış saray, saraya bağlı veya müstakil yapı” olarak ve Risale-i Mimariye’yi inceleyen Öz’e (1944) göre, “amme galat edüp çardak ve taştan yapılmış kargir oda” şeklinde geçerken (Türk Lugatı, 1943; İslam Ansiklopedisi, 2002), Farsça kökenli olan kâşâne kelimesinin sözlük anlamı ise “mükellef ve müzeyyen konak; ikametgah; mükemmel ev, köşk, malikâne, yuva; âşiyân, âşiyâne, mê’vâ” olarak açıklanmaktadır (Develioğlu, 2001; Türk Lugatı, 1943; Kâmus-ı Turkî, 1997). Konak kelimesinin anlamı ise “mükemmel şekilde hazırlanmış olan, süslü ev; Türk sivil mimarisinde görülen büyük konut” olarak açıklanmaktadır (Develioğlu, 2001; Divan-ı Lugat-ı Türk; İslam Ansiklopedisi, 2002). Konu ile ilgili bir diğer incelenmesi gereken kavram, dönemin mimarlık ile ilgili önemli metinlerinden biri olan Risale-i Mimariye’de (1998) geçen ve “büyük bir sivil yapıya bağlı veya bağımsız olarak inşa edilen süslü küçük bina” olarak açıklanabilen köşktür (İslam Ansiklopedisi, 2002). Eski Çin’e kadar dayanan köşk yapım geleneği incelendiğinde, ayrık düzende inşa edilmiş özellikle ahşap malzemenin tercih edildiği örneklerin bulunduğu, ancak bazı örneklerde ahşap malzemenin yanı sıra tuğla ve taş malzemelerinde kullanıldığı görülmektedir. Çin sınırında Milad civarında bulunan Sibirya Tegreg ve Tölis Türk boyları, Doğu Hunlar ve Kırgızlar’ın da Çin tarzında köşkler yaptığı bilinmektedir. 8.yy. Türk kitabelerinden Bilge Kağan’ın Kurgan’ının bir köşk olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu dönem öz Türkçe metinleri incelendiğinde köşk kelimesinin eş anlamlısı olarak kalık kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Kalık kelimesinin iki anlamı vardır. Birinci anlamı; göğün en yüksek tabakasıdır, ikinci anlamı ise yüksek köşktür. Esin’e (1976) göre kalık, mecazi olarak semavi bir köşk anlamı taşımaktadır. Ayrıca yine aynı dönem metinleri incelendiğinde kalık kelimesinin hükümdar köşkleri ve burkan orun (burkan tahtı) denilen Budist tapınakları ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir. Arkeolojik kalıntılar ve dönemin duvar resimleri incelendiğinde Uygurlar’da da çok katlı köşklerin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Dönemin Uygur metinlerinde bu yapılar edhiz eb yani yüksek ev ve surlar üzerindeki köşk olarak açıklanmaktadır. Arabistan, İran ve Hindistan’da da kullanılan Divan-ı Lugat it Türk’de (1943), “hava, gök, sema” olarak da yan anlamları bulunan ve Farsça kökenli olan köşk kelimesinin, Türkçe kalık kelimesinin yerine kullanmaya başladığı bilinmektedir. Yakın Doğu’da olmayan ahşap malzemeli kalık geleneğinin yapımı Türkler tarafından köşk isimlendirilmesiyle sürdürülmüştür (Esin, 1976;
Risale-i Mimariye, 1998). Osmanlı sarayları incelendiğinde, sarayı oluşturan yapı topluluklarının işlevsel ve biçimsel olarak ayrımlandığı görülmektedir. Özellikle Osmanlı saraylarının erken örnekleri incelendiğinde, çeşitli köşklerden oluşan, literatürde pavilyonlardan oluşan şemalar olarak geçen örnekler görülmektedir. Genel olarak incelendiğinde ise, benzer şekilde bazı işlevsel ve biçimsel özelliklerin ayrımlanmasının, İslamiyet öncesi çeşitli Türk topluluklarının saraylarında, İslamiyet’in kabul edilişinden sonra değişen siyasi düzene göre değişimler geçiren İslam saraylarında ve Türk-İslam saraylarında da değişik özellikler gösterdiği söylenebilir (Seçkin, 1998). Bu durum değişik adlarla anılan yönetim yapılarını açıklamaktadır.
Bu bağlamda, Risale-i Mimariye (1998) incelendiğinde saray, köşk ve fevkani köşk kelimelerinin kimi zaman aynı anlamda kimi zaman farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir.
Osmanlı kaynaklarında saray kavramının, padişaha aidiyeti belirtecek bir şekilde, Saray-ı Hümayun olarak isimlendirildiği görülmektedir. Hümayun kelimesinin Osmanlıca sözlüklerde karşılığı mübarek, kutlu, padişaha ait olarak geçmektedir. Kâmus-ı Turkî’de hükümdaran hazretinin konutu olarak geçen saray kavramının, erken ve klasik Osmanlı dünyasında, diğer bir deyiş ile Modernleşme Dönemi öncesinde, “sultanın resmi makamı ve oturma yeri” yani hem ikametgahı ve hem de yönetim merkezi olarak şekillenmiş olduğu anlaşılmaktadır (Eldem, 1982; Kamus-ı Turki, 1997). Modernleşme Dönemi süresince, padişaha ait sarayların yanı sıra Boğaziçi’nde yaptırılan ve padişah ailesinden gelen üyelere ait olan sarayları da Sahil Saray-ı Hümayunu olarak isimlendirilmiştir.
BOA belgeleri incelendiğinde, belgelerde kullanılan tanımlara göre; sultanların saraylarının, yönetim merkezi, ikametgah işlevli veya geçici süre kullanılan saraylar olarak teşkilatlanmalarına göre ayrımlanabileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, Osmanlı
sarayları üç gruba ayrılabilir: 1.Tam Teşkilatlı Yönetim Sarayları/ Sürekli Oturulan saraylar (nakl-i hümayun yapılan saraylar), 2.Göç sarayları (göç-ü hümayun yapılan saraylar), ve 3.Biniş sarayları (biniş-i hümayun yapılan saraylar). Bu gruplandırma bağlamında başkent İstanbul’da yaptırılan saraylar teşkilat ve mekansal yapılanma açısından da incelendiğinde;
1) Tam Teşkilatlı Yönetim Saraylarının teşkilat sistemi ve dolayısıyla taşıdıkları anlam, göç ve biniş saraylarından çok farklı ve kapsamlı olup, Osmanlı politik sistem değişimlerinin paralelinde şekillendiği için, tezin ana temasını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, politik değişimlerin paralelinde şekillenen yönetim sarayı teşkilatlanmasına tez içerisinde açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Araştırmalar sırasında bazı belgelerde, genellikle tam teşkilatlı yönetim sarayından sahilsaraylara yapılan mevsimlik yer değiştirmelerin göç-ü hümayun olarak, sahilsaraylardan da tam teşkilatlı yönetim saraylarına dönüşün ise nakl-i hümayun olarak adlandırıldığı görülmüştür. Örneğin; BOA, Cevdet Saray Tasnifi’nde bulunan 2 S 1234/ 01.12.1818 tarihli ve 3218 numaralı belgeden ve yine aynı tasnifteki 17 Ş 1219/ 21.11.1804 tarihli 3265 numaralı belgeden Topkapı Sarayı’ndan Beşiktaş Sahilsaray-ı Hümayun-u’na göç-ü hümayun yapıldığı ve Beşiktaş Sahilsaray-ı Hümayunu’ndan da Topkapı Sarayı’na nakl-i Hümayun yapıldığı; 26 Ra 1221/ 13.06.1806 tarihli 5510 numaralı belgeden etraf yalılardan Topkapı Sarayı’na nakl-i hümayun yapıldığı; 11 C 1136/ 07.03.1724 tarihli 2351 numaralı belgeden çeşitli sahilsaraylardan Topkapı Sarayı’na nakl-i hümayun yapıldığı anlaşılmaktadır. Tam Teşkilatlı Yönetim Sarayları’nda Birun, Divan-ı Hümayun, Enderun ve Harem bölümlerinin çekirdek birimler olarak bulunduğu bilinmektedir. Sarayın çekirdeğini oluşturan bu bölümler isimlendirmelerinin terminolojik yapıları bağlamında incelenmesi gerekmektedir. Birun kelimesi Farsça “dış” anlamına gelmektedir. Osmanlı Hanedan Konutu’nun dış bölümleri ve servis mekanlarına verilen isim, Enderun olarak bilinen iç bölümlerinin aksine dışında kalan bölümlerini tanımlamak için kullanılmaktadır. Birun bu bağlamda, sarayın ve devletin ve hatta saltanatın yönetimsel, askeri ve dinsel ilişkileri ile ilgili subay ve üst rütbeleri içeren saray görevlilerinin buluşma noktasıdır (D’Ohsson, 1824; Uzunçarşılı, 1945; The Encyclopaedia of Islam, 1979).
Risale-i Mimariye’de de geçen ve “dava yeri” ve “iyi beti yeri” anlamına gelen (Öz, 1944) Divan-ı Hümayun, Osmanlı İmparatorluk Meclisi’ne ve bu meclisin kullandığı mekana verilen isimdir. Türkler’de 11yy.ın ortalarından beri yönetim sistemi içerisinde kullanılan Divan-ı Hümayun, Osmanlı yönetim sistemi özelinde 17.yy.a kadar imparatorluk yönetiminin merkez örgütü olmuştur. Aşıkpaşazade’ye göre, Orhan döneminde, divana katılırken başa burma dülbend giyilmesi söz konusudur. Muhtemelen bu kuralın mevcudiyeti bir tür kamuya açık dinleyici kitlesinin olduğunu ve o kitleye meclisin sembolik gücünü ispatlamaya yöneliktir. Mısırlı Fizikçi Şams al-Din B.Şayir Barkuk’a II.Beyazıd’ı iyileştirmeye gittiğinde, Osmanlı yöneticisinin ne şekilde sabahları halkı topladığını ve insanlara adalet dağıttığını anlatmaktadır. Aşıkpaşazade, I.Mehmed’in ölümünden sonra Divan-ı Hümayun’u toplayan paşalardan, kapıda toplanan günlük bir divandan (Ayak Divanı) ve II.Murad’ın ölümünden sonra yine aynı şekilde toplanan bir başka divandan söz etmektedir. Bunlardan ve Neşri’nin paralellik taşıyan sözlerinden ve diğer erken dönem tarihçilerinden anlaşılan 9.yy. ile 15yy. arasında Türk topluluklarında yöneticinin, paşalardan oluşan bir meclise başkanlık yapmasının bir düzen içerdiği yönündedir. Yöneticinin ölümü sırasında paşalar tarafından toplanan Divan-ı Hümayunlar haricinde, II.Mehmed, Divan-ı Hümayun toplantılarına sultanın (yöneticinin) direkt katılmaması, toplantıları kafes arkasından kontrol etme kuralını getirerek bu geleneği kıran ilk sultandır (The Encyclopaedia of Islam, 1979).
Enderun, Farsça kökenli olup, Andarun olarak yazılmakta ve “iç” anlamına gelmekte ve Osmanlıca’da Enderun-u Hümayun olarak “sarayın iç servislerini” tanımlamak için kullanılmaktadır. Kelime olarak birunun yani “dış servislerin” zıt manalısı olarak kullanılmakta, padişaha özel/ padişaha ait bir tanım olarak kullanılmaktadır. Osmanlı inteligensiyası içerisinde Osmanlı sultanının imparatorluk ikametgahını tanımlamaktadır. Sultanın kişisel ve özel servisini sağlamak amaçlı –saray okulunu da içererek- bir ofisiyal kompleks niteliği taşımaktadır. Ak Hadımlar’ın başağasının kontrolü altındadır. Bâb al-Saadet Ağası ya da daha basit bir söyleyiş ile Kapı Ağası’nın ikinci avludan üçüncü avluya bu kapıyla geçişi sağladığı bilinmektedir (The Encyclopedia of Islam, 1975).
Harem, Arapça kökenlidir ve bu dilde Harim olarak kullanılmaktadır. Risale-i Mimariye’de harim, “çevre” anlamına gelirken, harem ya da heram olarak Osmanlıca’da kullanımı “kabe yuresi ve koru yeri” anlamını da taşımaktadır (Öz, 1944). “Avlu”, “çevrelenmiş alan” ve “sınır” anlamına gelmekte, Farsça karşılığı “çevrelenmiş”, “sınırlandırılmış” anlamına gelen Piraman kelimesi ile, Türkçe’de ise karşılığı Çevre kelimesi ile ifade edilmektedir (Risale-i Mimariye, 1998). Bir konutun mahrem olan bölgelerini tanımlamak için kullanılan bu terim, genellikle konut içi “kadınlara ait mekanları” isimlendirmektedir. Eski Arabistan’da kadınların kişisel özgürlüklerini bir ölçüde göstermekten hoşlandıkları bilinmektedir. İslam’ın kabulünden sonra cinselliği vurgulamanın adeta “kesin bir kodlaması” olarak, diğer bir taraftan da daha kentsel, bir hayatın göstergesi olarak haremin kullanılışının yaygınlaştığı görülmektedir. Bu sistem, İslamdan ziyade Orta Doğu’nun erken kentsel oluşumlarında görülen bir sistemdir. Büyük konutlarda, özgür Arap hanımları, alt ve orta kesimlerdeki tek eşliliğin aksine, içinde bulunduğu zengin kesimde hanenin bir çok hanımından birisidir ve yanındaki gözdeler, hadımağalar ve korumalar ile yaşamaktadır (The Encyclopedia of Islam, 1975).
2) Göç Sarayları, arşiv belgeleri ve kaynaklardan anlaşıldığına göre sultanın av, dinlenme, gezi vb. çeşitli sebeplerle mevsimlik olarak kullandığı saraylardır. Kavak Sarayı ve padişaha bağlı Boğaz’da bulunan sahilsarayları bu kapsamda kullanılan saraylardır. BOA, Cevdet Saray Tasnifi’nde bulunan belgelerden, 18.yy. süresince ve özellikle tam teşkilatlı bir yönetim sarayı olan Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı öncesinde 19.yy.da göç saraylarının yoğunlukla kullanıldığı görülmektedir.
5 R 1155/ 09.06.1742 tarihli ve 2309 numaralı belgeden sahilsaraylarına göç-ü hümayun yapıldığı; 25 B 1196/ 09.04.1782 tarihli ve 2921 numaralı ve 29 Ra 1225/ 04.05.1810 tarihli ve 6054 numaralı belgelerden Beşiktaş Sahilsaray-ı Hümayunu’na göç-ü hümayun yapıldığı; 2 S 1234/ 01.12.1818 tarihli ve 3218 numaralı belgeden Topkapı Sarayı’ndan Beşiktaş Sahilsaray-ı Hümayunu’na göç-ü hümayun ve oradan da Topkapı Sarayı’na nakl-i hümayun yapıldığı; 14 L 1207/25.05.1793 tarihli ve 2872* numaralı ve 20 R 1193/ 07.05.1779 tarihli ve 2899 numaralı belgeden etraf saraylara göç-ü hümayun yapıldığı anlaşılmaktadır. Yukarıdaki belgelerde ağırlıklı olarak geçen sarayların Çırağan ve Beşiktaş Sahil Sarayı olduğu görülmektedir.
Ayrıca yine BOA’nin aynı tasnifinde bulunan 11 C 1136/ 07.03.1724 tarihli ve 2351 numaralı belgede Fener, Ayazma, Istavroz, Kandilli, Beykoz, Nişatabad, Şerefabad, Beşiktaş ve Çatalca hadika-i hassalarında bulunan köşk ve kasırların ve 19 B 1154/ 30.09.1741 tarihli ve 1994 numaralı belgeden Sadabat Sarayı’nın göç-ü hümayun sarayları olduğu görülmektedir.
BOA’de bulunan 25 Ca 1155/ 28.07.1742 tarihli 2230 numaralı belgede Üsküdar’da bulunan Kavak Sarayı’na göç-ü hümayun yapıldığı görülmektedir. Muhtemel olan, Kavak Sarayı’nın erken tarihlerde göç sarayı olarak kullanılmasına karşın aradan geçen zaman içerisinde “gözdeliğini”/ önemini kaybederek, daha kısa süreli uğranan bir biniş sarayı haline geldiği anlaşılmaktadır.
Göç saraylarında görevli olan personel, sultanın sarayı kullanmasından kısa bir süre önce sarayı kullanım için hazırlamakta ve kullanım durumu sona erip, padişah saraydan ayrıldıktan sonra da, sarayın bir sonraki kullanımına kadar eşyaların üzerini örterek, sarayı kapatmaktadır. Göç saraylarında güvenlik için daimi bekçilik görevi üstlenen bir grup müstahdem yatılı olarak kalmaktadır. Diğer işler ile ilgili müstahdem ise, o dönemde hangi saray ana saray olarak kullanılıyorsa oradan gelmektedir ve iş bitiminde de geri dönmektedir.
Bu bağlamda, daimi çalışanların mevcudiyeti ile yönetim sarayları, göç saraylarından oldukça farklı bir teşkilata sahiptir. Göç saraylarında, devlet işlerine ayrılan bürokratik mekanlar ve sembolik olarak önemli mekanlar bulunmamaktadır.
3) Biniş Sarayları, görüşme ve oturma anlamına gelen, Farsça biniş kelimesine dayanarak isimlendirilen, sultanın resmi kabuller ve görüşmeleri için kullandığı ve konaklamadığı sarayları kapsamaktadır. Ayrıca Tersane Sarayı ya da Davutpaşa Sarayı (Kışlası) gibi sultanın ordu ve donanmayı izlemek için günü birlik ziyaret sırasında teftiş amaçlı kullandığı saraylar da Biniş Sarayları olarak isimlendirilebilir. BOA, Cevdet Saray Tasnifi’nde bulunan 8 Za 1228/ 02.11.1813 tarihli 2343 numaralı, 4 C 1235/ 19.03.1820 tarihli 3771 numaralı, 23 Ş 1189/ 19.10.1775 tarihli 5086 numaralı, 7 R 1216/ 17.08.1801 tarihli 5314 numaralı, S 1220/ 05.1805 tarihli 6234 numaralı belgelerden has bahçelere ve bu bahçelerde bulunan köşk ve kasırlara biniş-i hümayun yapıldığı anlaşılmaktadır. Yine aynı tasnifte bulunan 10 M 1232/ 30.11.1816 tarihli ve 4307 numaralı belgeden sultanın Kadıkariyesi, Sadabat, Baruthane, Seferiköyü, Samatya, Üsküdar, Rumelihisarı ve
Kulebahçesi’ne biniş-i hümayun yaptığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Sadabat ve Kavak Sarayları’nın bu dönemde biniş-i hümayun sarayları olarak kullanıldığı söylenebilir. Bu saraylarda, özellikle 18yy.dan sonra sultanların zaman zaman İstanbul içindeki bahçelerde şehri denetlemeye çıktığında kaldığı, avlanma, tedbiri hava ve dinlenme amaçlı kullanıldığı ve sultanların buralarda elçi de kabul ettiği anlaşılmaktadır. Yine BOA, Cevdet Saray Tasnifi’nde bulunan C 1233/ 04.1818 tarihli 3958 numaralı, 18 Ca 1240/ 8.01.1825 tarihli 5051 numaralı, C 1223/ 07.1808 tarihli 3958 numaralı, 13 Ra 1162/03.03.1749 tarihli ve 2935 numaralı ve 3 Z 1200/ 27.09.1786 tarih ve 2975 numaralı belgelerden Davutpaşa Sarayı’nın da bu belgelerde biniş-i hümayun kasrı/ köşkü/sarayı olarak isimlendirildiği anlaşılmaktadır.
BOA’nın aynı tasnifinde 11 C 1241/ 21.01.1826 tarihli ve 2124 numaralı olarak kayıtlı olan bir belgeden Topkapı Sarayı’nda bulunan Yalı Köşkü önündeki iskeleden biniş-i hümayuna gidildiği anlaşılmaktadır. Muhtemelen Yalı Köşkü, Topkapı Sarayı’ndan yapılan biniş-i hümayunlar esnasında duraklama ve dinlenme amaçlı kullanılmaktadır. 15 N 1228/11.09.1813 tarihli 1488 numaralı bir başka belgeden de Gülhane bahçesinde bulunan kimi köşk ve kasırların da diğer önemli biniş-i hümayun mekanları olarak kullanıldığı görülmektedir.
Geçici kullanımda bulunan biniş saraylarının teşkilat sistemi, göç sarayları ile benzerdir. Her iki saray tipi de, kısa süreli kullanıma uygun olarak planlanmış ve tefriş edilmiş, orta ve küçük ebadlı köşk ve kasırları içermektedir. Bu köşk ve kasırlar saltanata ait mirî bahçelerin içerisinde konumlandırılmakta ve teşkilatlarının yetersiz kaldığı noktada hizmet verebilecek çadırlar ilave edilmektedir.
Muhtemellen biniş-i hümayun saraylarının teşkilatları konaklamaya uygun değildir. Genellikle hadika-i hassaların içinde yer alan küçük köşk ya da kasır olarak nitelenen yapılardan oluşan bu komplekslerin içinde harem ya da sultan için yatak odası düzeni bulunmamaktadır.
Saray Kavramı ve Osmanlı’da Saray
Yorum Yaz